Abimin Ölümü ve Taziye
Abimin Ölümü ve Taziye
Abim öldü. Gençti, sağlıklı görünüyordu, güçlüydü ve yaşam doluydu. Ani gelişen ve ilk defa yaşadığı bir kalp krizi ile kimseyle vedalaşamadan öldü. Daha önce kayıplarım olmuştu ama bu sefer ölen abimdi, gençti, beklenmedikti, aniydi ve hazırlıksızdım. Ölüm ne demekmiş şimdi anladım. Gözlerimde yaş kalmayacak kadar ağladım. Daldım, boşluğa baktım, dondum.
Mavi gözlü kardeşimin gözlerinin derinliğinden sular aktı. Çok ölüm görmüş yaşlı annem “bu acıların en büyüğü” diye feryat etti. Kardeşlerim “kolumuz kanadımız kırıldı” dediler. Eşim en güçlü şekilde sarıldı. Oğullarım benimle beraber ağladı.
Ölüm haberi gelip ben abimin cesedine ulaşıncaya kadar, dostlarının bir kısmı toplanmıştı. İnsanlar geldi gitti. Cenaze dolup taştı. Cemaat helalliği yüksek sesle verdi. Üç gün boyunca abimle ilgili kanaatleri ve hikayeleri dinledim. Abimin sosyal anlamını ölümünden sonra yeniden kavradım. Abimi dostlarının gözüyle yeniden keşfettim.
Onlarca insan şaşırtıcı şekilde aynı cümleleri söyledi: Abin; “güler yüzlüydü”, “hayat doluydu”, “neşeliydi”, “yardımseverdi”, “cömertti”, “sorun çözer, hayır demezdi”, “muhabbeti ehliydi”.
Önceleri zihnimin şüpheci tarafı “kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü olur” özdeyişini hatırlattı. Bu sebeple de ifadelerin sahiciliğini test ettiğimi fark ettim. Birbiriyle ilgisiz onlarca insanın aynı şeyleri kendiliklerinden söylemesi sahiciliğin ilk işaretiydi. Bir insanın belirgin özelliklerinin başkaları tarafından aynı şekilde algılanıp, insan etkileşimlerinde benzer şekilde açığa çıkabileceğini biliyordum. Bir psikiyatr olarak gözlere ve yüzlere bakmaya başladım. Sahiden acı çeken, üstelik çok sayıda ağlayan dost gözü gördüm. Kendi bakış açım, anılarım ve duygularımı da gözden geçirince sahicilik açığa çıkmış oldu. Abim gerçek bir öyküye sahip, dostluk kurabilen, insanlara duyarlı, yardım alıp verebilen bir adammış. İnsanların bu sahici şahadeti acılarımızın azalmasına sebep olmaya başladı. Abimin her insan teki gibi kusurları vardı. Pişmanlıkları da vardı. Acı çektiği yaşanmışlıkları da vardı. Ama büyük öyküde; hayırla anılan, arkasından ölümüne içtenlikle üzüntü duyulan sahici ve hayırlı bir adamdı.
Taziye
Üç gün aynı ritüeller tekrarlandı. Gelen her kişi ile birlikte rahmetlinin ruhuna Fatiha okundu. Yüzlerce kişi baş sağlığı diledi. Ecel geldiğinde kimsenin ölümü durduramayacağı söylendi. Her canlının er veya geç ölümü tadacağı hatırlatıldı. Sabır tavsiye edildi.
Aynı sözleri tekrar tekrar duymak acının anlaşılmasının zihinsel çerçevesini oluşturdu. Ölümle ilgili geleneksel toplumsal bilinç zihnimi formatladı. Grup terapisinde olduğu gibi, ölümü nasıl ele almam gerektiği aktarıldı.
Taziye üzerine daha önce uluslararası bir dergide makalem çıkmıştı. Urfa’daki taziye evleri ve yas üzerine niteliksel bir çalışmaydı. Ama taziyenin sağaltıcı fonksiyonunu şimdi gerçekten anladım. Acının içime işleyip, kökleşebileceği kritik zaman aralığında duyguların paylaşılmasıyla, zihnime ölümle ilgili format atılarak, yalnız bırakılmayarak, gündelik küçük konuşmalarla, sosyal ritüellerin meşguliyetiyle beni yaralanmaktan koruduğunu anladım. Ben içime kapanıp yalnızlığa kaçmak isterken, gelen her dost beni oradan alıp sosyal dünya içinde acı boşaltmaya çekti. Doğrusu operasyon başarılıydı. Her taziye veren acıdan bir parça almıştı.
Deneyimle yaşantısal öğrenme
Bir psikoterapistin çoklu sayıda öğrenme kaynağı vardır. Mesleki kitaplardan yası ve ölüme karşı muhtemel psikolojileri öğrenebilir. Danışanlarının anlattığı öykülerden yasa ve çekilen acıya şahit olup öğrenebilir. Ama esas öğrenme bizatihi kendimizin deneyimlemesiymiş. Yaşantı yoluyla öğrenme, öğrenmenin en güçlü yoluymuş.
Bu sefer ben danışan koltuğundaydım. Zihnime sorular üşüştü. “Acaba bir doktor olarak abimin sağlık sorunlarıyla daha fazla ilgilenseydim, kalp krizini önleyebilir miydim?”, “sigara içmesiyle daha fazla mücadele etsem vazgeçirebilir miydim?”, “abimle yeterince vakit geçirdim mi?”, “Yakın zamanda keşke ziyaretine gitseydim”.
Zihnimin bana ne yaptığını hayretler içinde bir farkındalıkla izledim. Bir yandan ne olduğunu görüyordum öbür taraftan bu otomatik işleyişi durduramıyordum. Keşkelerin dilinin çıkmaz sokak olduğu açıktı. Çok şükür ki, taziye ritüellerinin gücü, abimin benim hakkımdaki sevgisini bilmem, benim abime sevgi ve saygımın sahiciliği, ailemin dayanışması girdaptan çıkmama yardım etti.
En çetin mesele ailece abimizin ölümüyle neye dönüşeceğimizdi. Yaşamı durduran, ölenle beraber ölen, artık hayattan çekilen birileri mi olacaktık? Bunu yapmadığımızda abimizin ölümüne duyarsızlık hatta saygısızlık mı etmiş olacaktık? Halbuki her birimizin daha hayatının baharında olan çocukları/sevdikleri vardı. Onların yaşamını da mı durduracaktık?
Allahtan psikoterapi deneyimlerine sahiptim. Aileye “hayatı durdurmadan, çocuklarımızın yaşama baharını çalmadan, abimizin emanetine sahip çıkarak, ölümle olgunlaşarak, ölümle hayata anlam vererek, daha farkında olarak anlamlı yaşamaya devam edeceğiz” dedim. Daha yetimin okulu ve düğünü vardı.
Yaşadığımız acının gücü kendimizin ve diğer sevdiklerimizin yaşamını alabilecek kadar güçlüydü. Biz ölümle halleşerek, ölümün sahibine yönelerek, daha değer eksenli ve dolu dolu yaşamalıydık.
Ölümden büyük gerçeklik yok. Sevdiğin kişinin bedenindeki ölüm soğukluğundan, sevgiyle sarıldığın bir bedeni acilen toprağa vermek zorunda olduğunu bilmekten daha acıtıcı bir şey yok. Ölüm bizi verimsiz bir korku içine hapsedebilir. Ama aynı zamanda ölüm bizi daha bilgece yaşama götürebilir. Ölümün farkındalığı yaşamı küçültmez aksine büyültür. Ölüm farkındalığı, hayatın değerini ve neyin önemli neyin önemsiz olduğunu anlamanın en biricik yoludur.